Bir Metafor Olarak Korona Virüs
Susan Sontag’ın 1987’de yayınladığı üç makaleden oluşan Bir Metafor Olarak Hastalık kitabı, ilk olarak New York Beşeri Bilimler Enstitüsü’nde James Lecture Series’inde yer edindi ve kitapçılara dağıtılmadan önce New York Review of Books dergisinde yayınlandı. Kitap, okuyucuları başlıkta belirtildiği gibi hastalığı metafor olarak görmeye, yani sosyal ve kültürel anlamlar üretebilmeye davet ederken; tüberküloz ve kanser gibi özel iki hastalığı, onlarla ilişkili olan bir dizi imge ve düşlemle açıklıyor. Örneğin tüberküloz etkili bir tıbbi tedavinin geliştirilmesinden önceki 19. yüzyılda “insan hayatını çalan sinsi ve acımasız bir hırsız” olarak anılırdı. Her ne kadar tüberküloz zaptedilmiş olsa da, 20. yüzyılda yerini hızla kansere bıraktı ve böylece kanser kurbanlarını bekleyen gizemli bir hastalık rolüne büründü. Günümüzde korona virüse karşı yüklenen “halk düşmanı”, “yabancı istilacı”, “doğal kötülük” gibi tanımlamalar benzer bir geleneğin sürdürüldüğünü gösteriyor. Şüphesiz ki, korona virüs çoktan bir mit oldu bile!
Bir kanser hastası olarak kendi tecrübelerinden yararlanan Sontag, hastalığı mit halinden çıkarma görevini üstlenip, kitabın başında da bunu açıkça belirtir: “Demek istediğim, hastalığın bir metafor olmadığı ve hastalığa ilişkin en doğru yolun—ve hasta olmanın en sağlıklı yolunun—metaforik düşünceye dirençli ve ondan arındırılmış olan yol olduğudur.” Yine de kimileri, bir metafor olarak hastalık ile nesnel bir süreç olarak hastalık arasında görülebilir bir fark olup olmadığını merak edebilir. Peki ya özgün hastalıkları, onlarla bağdaşlaştırılmış ekstra anlamlardan ayırmanın bir yolu var mı? Japon filozof Kojin Karatani bu soruya modern tıbbın hastalıklara olan yaklaşımını sorgulamayı önererek yanıt verir, ki bu yaklaşımın kendisi onun için mitolojiktir: “Sorun, Sontag’ın belirttiği gibi hastalığın metafor olarak kullanılması değil, aksine hastalığı saf hastalık olarak nesnelleştiren modern tıbbın epistemolojik temelidir.” Karatani için, bireye farkında olmadan acı verebilen, bireyin bilincinden bağımsız olarak var olan hastalık fikri, modern tıbbın gücünün/bilgisinin inşasıdır. Hastalığı kişiyi kendi benliğiyle dayanışmaya değil de rekabete iten bir dışsal etken olarak algıladığı sürece de, modern tıp hep sembolik (yani nesnel doğruluk görünümünde semiyolojik bir sistem olarak) kalmaya devam edecektir. Eğer korona virüsü bugün ortak düşmanımız olarak görüyorsak, bunun nedeni, Karatani’nin de dediği gibi, bu tür bir düşünce iklimine “iyice ayak uydurmamızdan” ileri gelir.
19. yüzyıla tekrar dönecek olursak, 24 Mart 1882’de, Alman bakteriyolog Robert Koch, tüberküloz hastalığına neden olan tüberküloz bakterisini keşfettiğini duyurdu. Şimdilerde bu bize alışıldık bir bilgi gibi gelebilir fakat zamanında çığır açıcı bir buluş olarak kabul görmüştü. Tüberküloz bakterisinin teşhisine kadar tüberküloz belirli kişilik tipleriyle (hassas, kırılgan, telaşa eğimli) özleştirilmişti. Koch ise bu bakterinin tek mikrobik unsurdan doğduğunu ortaya koydu. Rene Dubos tarafından “özgül etiyoloji prensibi” olarak atfedilen bu biyomedikal model, günümüzde halen hastalıklar için en çok kabul gören bilimsel açıklama olarak kabul edilir. Fakat Dubos’un öne sürdüğü üzere “özgül etiyoloji prensibi neredeyse bir asırdır tıbbi araştırmalardaki en etkili güç olup, yol açtığı teorik ve pratik kazanımlar modern tıbbın büyük bir kısmını oluşturuyor olsa da, çok nadiren hastalığın nedeni hakkında tam bir veri sunabilmiştir.” Koch’un keşfini örnek alarak Dubos şu soruyu sorar: Eğer hastalığın nedeni spesifik bir bakteriden kaynaklanıyorsa, bu bakteriyi çoktan kapmış (ki o dönemde Avrupa şehirlerinde yaşayan neredeyse herkes kapmıştı) ve muhtemelen hâla vücutlarında taşıyan insanlar neden aynı klinik semptomları göstermiyordu? On yıllar sonra bu soru hâla yeni korona virüs karşısında geçerliliğini korumayı sürdürüyor. Mikroskobik görüntüsü zihnimize kazınan, “kişilik” özelliklerini ezbere bildiğimiz (plastik ve metal yüzeyleri sever, soğuk havaları sever, güneş, ışık ve nemi sevmez vb.) korona virüsün enfekte ettiği bazı insanlar ağır semptomlar gösterirken, bazılarında neden hiçbir semptomla karşılaşılmadığını açıklayamıyoruz. Ama bizler hâla aynı mikrop teorisine bağlı kalmakta ısrarcıyız—ama neden?
Karatani, günümüzde hastalığı anlamanın tek yolunun hastalığın modern etiyolojik yapısından geçtiğini ve diğer tüm yolların pozitif bilim tarafından silindiğini, sınırlandırıldığını ve bastırıldığını söylerdi ve muhtemelen Foucault da ona katılırdı. Örneğin Hipokrat’ı ele alalım. Karatani’nin özetlediği gibi, Hipokrat’ın tıbbi bakış açısına göre, “hastalık, belirli veya kısmi bir nedenden kaynağını bulmaz, ancak beden ve zihnin çalışmasını düzenleyen çeşitli içsel faktörler arasındaki dengenin bozulmasından kaynaklanır. Dahası, hastalığı iyileştiren doktor değil, hastanın kendi içindeki doğal iyileşme gücüdür. Bir bakıma bu, Doğu tıbbının prensibidir.” Fakat biz beden-zihin dengesinin önemini vurgulayan Hipokrat ve diğer bütüncül yaklaşımları takip etmek yerine, hastalığı bilinçsiz bir şekilde dışsal bir saldırıdan kaynaklanan hasar olarak görüyoruz (Tıpkı UFO’lar, teröristler ve diğer “ötekileri” gördüğümüz gibi). Hastalıkları mitleştirmeye olan eğilimimizi nasıl açıklayabiliriz? Karatani için bu eğilim Batı tıbbının “teolojik ve metafizik” altyapısında yatar. Onun açıkladığı üzere, “Tek bir orijinal nedeni düzeltme düşüncesi teolojik ve metafizikseldir.” Virüsü, “görülmeyen, her yere yayılmış bir kötülük … bir tür ilk günah” olarak hayal etmemizin arkasında kocaman bir Hıristiyan sembolizmi repertuarı yatar. Bu, hastalıklardan bahsederken neden dinsel göndermeler kullandığımızı açıklıyor. Örneğin bizler depresyonla “mücadele ediyor”, bir kurban olarak kanserle “boğuşuyor”, korona virüse ise “savaş açıyoruz.” Tüm bu metaforlar akla insanlığın şeytanla olan kadim savaşını getiriyor. Bu yüzden, Sontag’ın dediği gibi hastalıkları metaforlaştırıyorsak eğer, bu kişisel bir tercih olduğundan değil tabî olduğumuz Batı tıbbî söyleminin epistemolojik hakimiyetinden dolayıdır. Bilimsel nesnellik tarihselleştirilmediği sürece de, hastalıkların etrafını şeytanca metaforlarla çevirme alışkanlığımızdan kurtulamayacağız gibi gözüküyor.
Sonuç olarak hastalık modern insana göre hep bir metafordur. Hastalığı güç/bilgi bağlamında bir söyleme dönüştüren şey de budur. Batı tıbbının (Foucault’nun terimiyle) “gözetimi” altında hastalığı nesnelleştirmeye, maddeleştirmeye ve dışsallaştırmaya öylesine aşina olduk ki, onu hayallerimiz, düşlemlerimiz ve yansıtmalarımızın dışında—yani semiyolojiye başvurmadan—düşünmek neredeyse imkansız hale geldi. Buradan hareketle, bana öyle geliyor ki virüsün kendisi mükemmel sağlık arayışımızı gidermeye hizmet eden bir fantezi. Salgından kurtulduktan sonra daha iyi günlerin geleceği ve sağlığımıza kavuştuğumuzda hayatın tekrar harika olacağı inancı, virüsle sürdürdüğümüz “savaşın” altında yatan umuttur. Aslında her yeni virüsle birlikte, ölümsüzlük arzumuz tekrar canlanır ve bu arzumuzun virüs yüzünden tatmin edilememesi bizde Lacan’ın bahsettiği cinsten bir ertelenmiş haz uyandırır. Fakat Dubos’un gösterdiği gibi, bu “sağlık ilüzyonu” insanlar mikropların bir adım önünde olmaya çalıştığı sürece talihsizlikten başka bir şey getirmeyecektir. Tıpkı ölümle olan ebedi (ve hiçbir zaman kazanamayacağımız) savaşımızda olduğu gibi, hastalıklara karşı mücadelemiz de gerçek bir başarı elde etmeden kısır bir döngünün içinde tekrarlamaya mahkumdur. Ta ki bir gün faniliğimizi kabullenmeyi öğrenene kadar...
*Dr. Gözde Kılıç Ankara'da Başkent Üniversitesi’nde öğretim üyesidir. Bu yazısı orijinal olarak “Coronavirus as Metaphor” başlığıyla İngilizce yazılmış ve Lacanian Review Online’da 6 Nisan 2020 tarihinde yayınlanmıştır.
**Dila Ünüvar Mira Psikoterapi Merkezi’nde Uzman Klinik Psikolog olarak çalışmaktadır. F. Balım Derinöz Başkent Üniversitesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı Bölümü’nde 3. Sınıf öğrencisidir.